Anadolu kaç bin yıllık uygarlık beşiği… Bereketli toprakları kaç kültüre ev sahipliği yapmış, kimler gelmiş kimler geçmiş, izlerini bırakmış yüzlerce yıldır… Bundan büyük zenginliğimiz mi var bu topraklarda?
Peki en büyük kadir kıymet bilmezlik değil mi bunu yok saymak; bir kültürü diğerinin, bir geleneği öbürünün üstünde görüp diğerlerinin üstünü çizmek, kökünü kazımaya çalışmak? Oysa insanlık adına geleceğe taşınacak ne çok şey var bu derya deniz kültürel birikimde. Mesela, ekmeğini çıkarmak için balta vurmak zorunda olduğu kuru ağacın bile rızasını alma nezaketine sahip bir topluluktan, Tahtacılar’dan öğrenecek ne çok şeyimiz var.
Tahtacı Alevileri Kültür Dernekleri Federasyonu Başkanı Yolcu Bilginç’e sorduk…
Tahtacılar kimdir, Tahtacılık nedir? Bilmeyen okurlarımız için en baştan başlayalım mı?
– Tahtacılar deyince aklımıza iki şey geliyor. Bir, Türkmen; iki, Alevi… Bütün Tahtacılar Alevidir ama bütün Aleviler Tahtacı değildir. Anadolu Aleviliği 48 Ocak halinde örgütlenmiştir, bu Ocak’ların ikisi Tahtacılar’dır.
Devam etmeden önce, bu Ocak kavramını açarsak; mutfağımızdaki ocakta nasıl pişmemiş çiğ yiyecekleri pişiriyorsak, Alevi ocaklarında da ham ervah dediğimiz, kâmil olma yoluna girmek isteyen insanlar pişer, olgunlaştırılır. Amaç budur, kâmil insan olabilmek. Hz. Ali “okyanus kadar ilmin olsa neye yarar, bir avuç edebin yoksa boşunasın” der. Esas sorun anadan babadan Alevi doğmak değil. Cemevinde, camide, kilisede, havrada, sinagogda yaptığın ibadet değil. Hayatta doğru bir şeyler yapabiliyorsan, edep sahibi olabiliyorsan, yolun ortasında bir taş görüp kimse takılmasın diye çekebiliyorsan, yaralı bir kuşun kanadını sarabiliyorsan, ibadet orada başlar. İnsanın ibadeti yaşamıdır. İşte Ocak’larımız bu yolu gösterir ve bunların iki tanesi de Tahtacılardır. Yani diyebiliriz ki Tahtacılık, Aleviliğin bir koludur.
Bu iki ocağın birinin merkezi 800 yıl önce Adana Ceyhan’da kurulmuş Durhasan Dede köyüdür. Türbesi oradadır. 400 yıl sonra, İzmir Narlıdere’de Yukarıköy dediğimiz köye yerleşmişler ve adı da Yanyatır Ocağı olmuş. Yan, yön anlamındadır. Dedemiz öldüğünde yönünü kıbleye çevirmeye çalışmışlar. Oysa onun vasiyeti varmış oğluna. Ben ölürsem, benim yanım, yanı yönüm kıble değil, yatıra dönük olsun. Kıbleye sırtını çevirip yönünü yatıra vermişler. “Yanın yatır oldu Koca Ekber, gözün aydın” demişler. Yanyatır Ocağı’nın ismi buradan gelir.
İkinci ocağımızın da 800 yıl önceki merkezi Gaziantep’tedir. Islahiye’nin Kabaklar köyünde, İbrahim Sani Babamızın türbesi. Onlar da 400 yıl sonra, önce buraya İzmir’e gelmişler. Şimdi Menderes ilçesindeki Bulgurca köyüne yerleşmişler. Daha sonra oradaki dede soyu Aydın Germencik’teki Kızılcapınar köyüne geçmiş. Bu Ocaklar etrafında toplanmış inanç grupları Tahtacılar’dır.
– İzmir Tahtacılar için önemli bir bölge o halde, bunu bilmiyordum…
– Derneği kurduğumuzda, ben İzmir’de 9 tane Tahtacı köyü var diye biliyordum. 26 tane çıktı. Tahtacı dedesi hiç yok diye biliyordum, 5 tane çıktı. Dernek birbirimizi bulmamızı, tanımamızı sağladı bir anlamda. 14 senedir de aramızdaki bağları pekiştiriyor dernek.
– Tahtacı ismi nereden geliyor peki, merak edilen bir şey de bu?
– Niye Tahtacı demişler? Durhasan Dede ölünce Adana Beyi eşine göz koymuş. Çok güzel bir kadınmış eşi. Adana Beyi, beğenmiş kadını, istemiş. Varmayınca silahlı müfreze göndermiş üzerlerine. 6500 civarında Tahtacı erkeği öldürülmüş oralarda. Devlete karşı isyan olarak değerlendirilmiş. İnsanlar Torosların zirvelerine kaçmışlar. Bugün Adana Pozantı hudutlarında kalan, Torosların zirvesinde, Bolkar dağlarında Medetsiz tepesine gelmişler. Rumlar varmış orada, ormancılıkla uğraşıyor, o zamanki şartlara göre hızarhane çalıştırıyorlarmış. Oralara kaçıp canını kurtaran Alevi Türkmenler orada çalışmaya başlamış. Çünkü bildikleri tek iş hayvancılık ve bir gelir lazım. Orada ağaç kesmeyi, biçmeyi, işlemeyi öğrenmişler. Oradan dört bir tarafa yayılmışlar, bir yandan da bu mesleği devam ettirmişler. Adımız buradan geliyor.
Bir de Alevi katliamları sonrası, özellikle Yavuz Sultan Selim dönemi yaşandıktan sonra, hep dağlarda yaşamışlar. Dağlar onlara sığınak olmuş, yurt olmuş. İnançları dağda, kavgaları dağda, doktorları dağda… Tıbbi bitkileri en iyi bilen topluluklardan biridir Tahtacılar. Böyle bir topluluk olarak bugünlere gelmişler. Ne zaman ki Mustafa Kemal Atatürk din, dil, mezhep fark etmeksizin herkes anayasa karşısında eşittir demiş, cumhuriyetten sonra bir rahatlama gelmiş topluma. Ondan sonra aşağılara inmiş, yeni yeni kaynaşmaya başlamışlar. Ama hâlâ Anadolu’nun solmayan rengi, solmayan yüzü Tahtacılar diye nitelerler araştırmacılar. Tahtacılar orijinal gelenek ve göreneklerine devam eden ender Alevi gruplarındandır.
– Nedir bu gelenekler, görenekler, kültürel özellikler?
– Bir kere doğayla iç içe bir topluluktur Tahtacılar. Kurdu, kuşu insandan ayrı görmezler. Geçimlerini ormandan sağlarlar ama ağacı bile keserken af dilerler. “Adem’in beşiğinden kapının eşiğine kadar, her şeyim senden. Ama geçimim de senden” derler. Bağışlanmayı diler, ağacı öyle keserler.
Kendi içlerinde, birbirlerine saygı, haklarına saygı esastır. Alınteriyle geçinmek en büyük erdemdir. Yardımseverdir. Yanlış yapanın düşkün edilmesi, topluluktan dışlanması gibi ilkelerle bu değerler korunmuştur. Bizim köyümüzde bile 15-20 yıl öncesine gidin, kapılar kilitlenmezdi, ayıptı. Gelen misafir Hz. Ali diye karşılanırdı. Şehir buraya doğru geldikten sonra, hırsızlıklar başladıktan sonra değişti. Ama Anadolu’da bazı yerlerde hâlâ böyledir.
Perşembe akşamları ülüş dağıtılırdı çocuklara, kuru üzüm falan. Bu çok eski, Oğuzname’de bile geçen bir Türkmen kültürüdür zaten.
Benim branşım müzik olduğu için bunu rahatlıkla söyleyebilirim, hiçbir Alevi grubunun semah müzikleri, Tahtacıların müziklerine benzemez. Benim için en güzel DNA testi budur. Anadolu Alevilerinin hepsi Hacı Bektaş Veli’ye, Serçeşme’ye bağlıdır. Bizim Tahtacılar Erdebil süreği dediğimiz, İran’ın, Hazar Denizi’nin batısındaki bölgeden gelmişler. Erzurum’a, Iğdır’a yakın bir bölgeden… Oradan eğitimini almışlar. Halep, Musul, Şam’a yayılmış, o bölgeden Anadolu’ya giriş yapmışlar. Hacı Bektaş’a bağlanmamışlar. Bu da onları özgün kılmış bir yandan.
Ama işin özü şu, Aleviliğin bir tek ibadeti var, o da muhabbet. Gönül kırmayacaksın, gönül alacaksın. Allah’ın bizim yatıp kalkmamıza, semah dönmemize falan ihtiyacı var mı? “Ben sizi yarattım, ruhumdan üfledim, hepinizde bir tanrısallık var. Siz bunun bilincinde olun, buna layık olun. Birbirinizle muhabbet içinde olun” diyor. Gerisi işin hikâyesi… Birbiriniz ile derken de sadece insanlar arası değil, çevre de bunun içinde. Tüm doğa, hayvanlar, bitkiler, hatta içerisinde yaşadığınız sokağa kadar… İbadeti insanın bunlarla kurduğu ilişkidedir.
– “Kâmil insan” kavrayışı nasıl Tahtacıların?
– Alevilikten çok farklı bir yorumları yoktur. Aslında bütün dinlerde var benzer bir kavrayış. Eline, beline, diline hâkim ol. Kimseye zararın olmasın, faydan olsun. Aşına, eşine, işine bak. Sorumluluklarını bil. Elinle koymadığını alma, kendine layık görmediğini başkasına yapma. Bu insani değerler aynıdır aslında, Alevilikte de Sünnilikte de. Çünkü başlangıçtaki niyet belli, insanları ıslah etmek, daha iyiye götürmek. Ama egemenler, emperyal güçleri dini kullanmaya başladığı zaman, bütün bu değerler bozuluyor, kağıt üzerinde kalıyor. Aleviliğin, Tahtacılığın farkı, bozulmadan kalmış olması belki de.
Kendi adıma konuşayım, dünyadaki hangi inanç sistemi insanları daha kâmil yapıyorsa, şiddetten uzak tutabiliyorsa, ben Aleviliği bırakıp oraya geçmeye hazırım. Bana esas miras kalan şey bu değerler çünkü, bunun adı değil. Hangisi insanlığı daha güzele götürme gücüne sahipse, onda buluşmalı insanlık. Benimki en doğru, benimki en büyük diye dinler, mezhepler, milliyetler arasında bir savaş sürmüş hep. Oysa iyide, doğruda, güzelde buluşmalı insan.
En iyi özellikleri, değerleri toplamalı bir araya. Aşuredeki gibi. Biri biri çürük buğday atarsa, kurtlu buğday atarsa, o aşurenin tadı olmaz. Burada dinsel ya da milliyetçi tutuculuğa yer yok. Başka inançlardan kendimize katacak değerler varsa bunları öğrenmeli, bunlara kapalı kalmamalı diye düşünüyorum. Bir örnek vereyim, bağladığı köprünün çelik halatlarından biri kopunca, kimseye bir şey olmadığı halde intihar eden bir Japon mühendis vardı. Onu bu vicdani muhasebeye götüren inançtan, değerler sisteminden öğrenilecek bir şey yok mu sizce?
Anadan babadan devralınan dinsel bir kimlikten ziyade, edinilebilen ve korumak için çaba gösterilen bir değerler sistemini öne çıkartıyorsunuz. Böyle mi özünde?
İnsanları birbirinden ayıran bir kan grupları var, o da belli zaten. Gerisi sonradan gelmiş. Diğer bütün ayrımlar sonradan gelmiş. Farklı dinler, öğretiler, doğruyu arama yolunda ortaya çıkan yeni arayışlar… Bunlar güzel ama insanları bölmesi, etle tırnağı ayırması, birbirine düşman etmesi olacak şey değil. Kitaplı dinlerle birlikte insanlığın arasındaki bu ayrımlar da derinleşmiş. Tüm bu inançların amacı, gayesi temelde aynı olsa. İnsanı daha iyiye taşımak. İktidar sahiplerinin elinde yozlaşmış dinler. Bizimse insanları buluşturan ortak değerleri bulmamız lazım.
__________________
Yolcu Bilginç kimdir?
Yolcu Bilginç 1966 yılında İzmir’in Urla ilçesinin Bademler köyünde doğmuş. Tütüncü bir ailenin çocuğu. İlkokulu köyde okumuş, ortaokula Seferihisar’da başlamış, Bademler’de ortaokul açılınca orada devam etmiş. Liseyi yine Seferihisar’da okumuş. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarını kazanmış. Nida Tüfekçi, Yücel Paşmakçı, Neriman Altındağ Tüfekçi gibi isimlerin öğrencisi olmuş. Aynı okulda yüksek lisansını yapmış. Sosyal Bilimler Enstitüsü Halk Bilimi Araştırmacılığı üzerine eğitim almış. Arif Sağ Müzik Evi’nde öğretmenlik yapmış. Bir süre müzik öğretmenliğine devam ettikten sonra profesyonel anlamda müzik yapmaya başlamış. Ahmet Kaya, Süavi, Edip Akbayram gibi sanatçılara sazıyla eşlik etmiş. İzmir Büyükşehir Belediyesi Türk Halk Müziği korosunun kuruluşunda yer almış ve halen şefliğini sürdürüyor.
Yolcu Bilginç aynı zamanda Tahtacı Alevileri Kültür Dernekleri Federasyonu’nın Kurucu Başkanı. 13 ilde 300’den fazla köyde yaşayan Tahtacı Alevilerinin dernekleri üç yıl önce federasyonlaşmış.